Haremeyn nedir?
İslâm dininin doğup yayılmaya başladığı, Hicaz’da bulunan Mekke-i mükerreme ve Medine-i münevvere şehirlerinin ikisine birden verilen ad. Bu iki şehrin çevresinde belli bir sınıra kadar olan yerlere “Harem” denildiği için bu şehirlere iki harem bölgesi anlamında “Haremeyn” veya “Haremeyni’ş-Şerîfeyn” denilmiştir.
Haremeyn’de Osmanlı’nın Hizmetleri
Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethinden sonra, Mekke ve Medine’nin idaresi Osmanlılara geçti. Osmanlılar, 1517’de Hicaz’ın yönetimini Memluklular’dan devralmakla, bütün İslâm dünyasını ilgilendiren hac organizasyonlarının sorumluluğunu da üstlenmiş oldular. Başşehir İstanbul, Haremeyn’e çok uzak, fakat deniz ve karayolu ile bağlantılı idi. Süveyş kanalının açılmasından sonra, hacca deniz yoluyla gidilmesi, daha da kolaylaştı. Evliya Çelebi; İstanbul, Şam ve Kahire’de, hacca giden ve hacdan dönenler için büyük törenler tertip edildiğini “Seyahatnamesi”nde anlatır. Yavuz Sultan Selim’den itibaren Hadimü’l-Haremeyn ünvanını alan Osmanlı padişahlarının önemli sorumluluklarından biri de, Suriye ve Arabistan çöllerini aşarak, yapılan uzun yolculukta hacıların güvenliğini sağlamaktı.(1)
Kanuni Sultan Süleyman‘dan sonra, Mekke ve Medine’de imar çalışmaları başlatıldı. İlk yapılan hizmetlerin başında, Medine’nin etrafının surlarla çevrilmesi olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman Hazretleri’nin kızı Mihrimah Sultan, Arafat’ta bulunan Ayn-ı Zübeyde suyunu, Mekke-i Mükerreme’ye ulaştırarak, şehri suya kavuşturmuştur.(2)
Arafat’tan Müzdelife’ye doğru giderken, yolun sağ tarafındaki dağın eteğinde görünen su kemerleri bu hizmetin ürünü olarak sizi selamlar. Hicri 979’da Osmanlı Sultanı Yavuz Sultan Selim’e, Harem-i Şerif’in bazı duvarlarında çatlamalar olduğu bildirildi. Osmanlı Sultanı, Mescidin bütünüyle yenilenmesini emretti. En güzel şekilde yenilendi. Osmanlı mimarisine uygun tarzda kubbeler yapılmaya başlandı. Sultan Selim’in vefatından sonra, yerine geçen oğlu Sultan Murad, babasının başlattığı planı Hicri 984 yılında tamamlattı.
Abdulmecid Han, Mekke ve Medine’de çeşmeler yaptırdı. Abdülaziz Han Medine surlarını inşa ettirdi.
Abdülhamid Han Medine Tren İstasyonunu yaptırdı. 1902’de Medine’ye ilk telgrafı yine o getirdi. Elimizdeki bilgilere göre, Osmanlı devrinde, sadece Hicaz bölgesinde; 10 mescid, 17 medrese, 12 kütüphane, 8 tekke, 932 dükkan, 4 han, 2 hamam ve bir çok misafirhane yapılmıştır. Yapılan bu eserlerle, öncelikle hacıların ve bölge halkının istifadesi amaçlanmıştır.
Abdülmecid zamanında, Mescid-i Nebevî’nin genişletilmesi çalışmaları yapılmıştır. Bu tamir, o güne kadar yapılanların en sağlam ve en güzelini teşkil etmiştir.
Haremeyn Sergisi ilk kez İstanbul Abdülhamid Han, bu hizmet için İslâm dünyasında yardım fonu oluşturdu. Birçok mü’minin yardımlarıyla demiryolu yapıldı. O günün imkanları müsaade etmediğinden Mekke’ye ulaşamadı. Medine’ye kadar tamamlandı. 1906 yılında biten bu demiryoluyla Medine’den yola çıkan biri, Şam ve İstanbul üzerinden Avrupa’ya kadar gidebiliyordu. Bu hizmet sebebiyle Medine şehri daha da hareketlenmişti. Ticaret artarak, halkın refah seviyesi yükselmişti. Ancak, 9 senelik hizmetten sonra, İngilizlerin tahribiyle bu yol kapatıldı.(3)
Mescid-i Nebevî’nin güneyinde, Anberiye tarafında Osmanlı Askeri Kışlası yapılmış, maalesef bu eser de ilgisizlikten yıkılmıştır. Anberiye’de iki minareli, Sultan İkinci Abdülhamid’in yaptırdığı mescid hala ayakta durmakta olup, tamamen Osmanlı mimarisinin özelliklerini taşımaktadır. Osmanlı yapıları, Resûlüllah’a saygı ile dopdolu inşa ediliyorlardı. Şöyle ki, Medine Tren İstasyonunda inenler, kıble istikametinden inerek, karşılarında Ravza-ı Mutahhara’yı buluyorlardı.
Osmanlı Sultanları‘nın sevgi tezahürleri bir başka şekilde kendini gösteriyor; O günün teknik imkanlarıyla yapılan tren yolunda seyahat eden kara tren, çok gürültü yapan, ses çıkaran bir vasıta idi. Medine’nin içerisine girince de aynı gürültünün olması doğaldı. Sultan Abdülhamid Han bir talimat göndererek, o günün demiryolları ve tren işletmecilerinden Medine’de trenin gürültü yapmadan gitmesi için tedbir alınmasını istedi. Bu talimat gereği, istasyon şehrin kenarına yapıldı. Sultan’ın arzusu, gürültü yaparak Allah Resûlünün kabrinde rahatsız edilmemesi idi. Bu hususta şöyle bir bilgi de mevcuttur . Trenin Medine sınırlarına girmesinden sonra, gürültü yapmasını önlemek için, raylara keçeler döşenmiştir. Peygamber (s.a.s.)’in, ziyareti için oraya kadar tren yolu döşeten, bir sanat abidesi şeklinde tren istasyonu yapan ecdadın, Allah Resûlüne karşı beslediği sevgi ve muhabbeti anlamak güç olmasa gerektir. Mescid-i Nebi’ye 15 dakikalık yaya mesafede olan, bu bahsettiğimiz yerleri görmeye giderseniz, Tren istasyonunu ve yanındaki Osmanlı Camii’ni ziyaret ettiğinizde, sevincinizin yarım kalacağı kanaatini taşıyoruz. Suud yetkililerinin, buraların bakım ve hizmetine zaman ve imkan ayırmamış olmaları, bu güzide mekanları harabeye çevirmiştir.
”Medine Osmanlı Tren İstasyonu’nun açılış törenini gösteren Medine/Kurban Postanesinde çerçevelenmiş bir şekilde duvarda asılı duran büyük fotoğraf dikkatimizi hayli çekmişti. Fotoğrafta, Medine Garı’nın önünde bütün halk toplanmış, bir Osmanlı subayı, üniformasıyla kürsüde konuşma yapıyor. Halk tren yolunun etrafına dizilmiş, bu esnada karşıdan gelen bayraklarla donatılmış trene eşlik eden, atlı süvariler bir kortej oluşturmuş şekilde, açılışı kutluyorlar.”
Kâbe’de iken gökyüzüne doğru baktığında, kırlangıçların, kelebeklerin ve bir çok değişik türde kuşun da tavaf ettiğini, Kâbe’nin etrafında uçuştuklarını görürsünüz. Bunlardan başka, yeşil iri çekirgeler de dikkat çeker. Hatta bazen o kadar çoktur ki, ezmemek için üzerinden atlarsınız. Bitki ile beslenen, bu çekirgelerin hassas zamanlarda üstlendiği rolü duyunca, onları bile sevebilirsiniz.
İngilizlerin desteklediği isyancılar Medine’yi kuşatmışlardı. Ve Medine’nin teslim edilmesini istemişlerdi. Vefalı komutan Fahrettin Paşa, Hücre-i Saadete (Peygamberin kabrine) giderek, eşiğine yüz sürmüş, ”Ya Resûlallah, ben Seni nasıl düşmana teslim ederim?” diye ağlayarak göz yaşı dökmüş ve aylarca Medine’nin müdafasını yapmıştı. Cephane ve erzak tükenmiş, asker açlıktan kırılmak üzere iken, son çare olarak, çekirge sürüleri toplatılmış, hafifçe kızartıldıktan sonra askerimize gıda olmuşlardır.
1916-1919 tarihleri arasında Fahrettin Paşa’nın hasta ve fakirlere yiyecek ve süt dağıttığı sebil binası hala ayaktadır. Haremeyn, Türk eserleri ve izleriyle doludur. Arafat yönünden Mekke’ye girişte Osmanlı kışlası, II. Abdülhamit’in döşettiği Arabistan Demiryolunun bittiği yerde aynı sultan tarafından yapılan Haydarpaşa garının benzeri, Medine Tren İstasyonu ve buradaki Türk (Anberiyye) Camii, Arafat-Mekke arasındaki su bendleri,(4) bütün bunlar ecdadımızın o kutsal topraklara verdiği değeri gösterir. Kâbe’nin güvenliği maksadıyla, Osmanlılar tarafından 1781 yılında yapılan, Harem-i Şerifte uçan kuşu bile görebilecek şekilde bir tepeye yerleştirilen, o bakımsız ve metruk kale, elden geçirilip, restore edilse, Mekke’nin en güzel yeri olacağı muhakkaktır.
Çanakkale savaşının başladığı günlerde Mehmet Akif, Hicaz ve Medine’de görevlendirilmişti. Şam üzeri yapılan uzun yolculuktan sonra, Medine’ye varmadan, Teyma yakınlarında, Abdülhamid’in yaptırdığı Hicaz demiryolunun çöldeki son istasyonu El-Muazzama’ya varıldı. Burada telgraf vardı. Bu telgraf Medine’ye, Şam’a, hatta İstanbul’a bağlanıyordu. O gün makine başındaki Eşref bey, güç bela İstanbul’da Enver Paşa ile irtibat kurunca, sanki herkes kendini İstanbul’da zannetmişti. İstanbul’dan Enver Paşa; ”Çanakkale’de muzaffer olduk. Harp zaferimizle sonuçlandı. İstanbul şu anda, şenlik içerisinde, yerinden oynuyor” müjdesini vermişti. Bu müjdeyi alan Eşref bey, “Üstad, dedi. Aziz Üstad… Şimdi Size hayatınızın en büyük müjdesini vereceğim. Bana bu mutluluğu bahşeden Cenab-ı Hakk’a nasıl şükredeceğimi bilmiyorum. Çanakkale’de muzaffer olduk. Muhteşem bir zafer kazandık. Şu anda bütün memleket bayram yapıyor. Sizin dualarınız makbul oldu. O muazzam İngiliz ve Fransız devletleri, ordu ve donanmalarıyla cehennemi boyladılar. İstanbul kurtuldu.” Mehmet Akif donup kalmıştı. Sanki işittiklerini anlamıyormuş gibi, dalgın dalgın Eşref beyin yüzüne bakarak, güçlükle nefes alıyordu. Gözleri yaşarıyor, konuşamıyordu. O gece hiç uyumadı. “Çanakkale Destanı”nı yazmak istiyordu. “Allah’ım, bu aciz kuluna bu destanı yazmayı bahşet” diyordu. Eşref bey onun bu halini anlatırken şöyle diyor; “Akif adeta cezbe halindeydi. Çok az konuşan bu büyük şair, şimdi bir çağlayan halinde, fakat benimle değil, kendisiyle konuşuyordu. Mehmetçik neslinin maddî ve manevî terkibini gelecek nesillere anlatmadan, canını almaması için Allah’a yalvarıyordu. Akif çölde, o ıssız, susuz kum deryasının bir köşesinde adeta, hıçkıra hıçkıra Çanakkale Destanı’nı işte böyle yazmıştı.”(5)
“Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana ağuşunu açmış duruyor Peygamber.”
Bu şiiri, İstanbul henüz duymamıştı. Burada Akif, hem Çanakkale şehitlerini, hem de Medine hatırası “Necit Çöllerinden Medine’ye” şiirini de kaleme almıştı. O cehennem gibi vadide, bu cennet ne güzel diyor, ecdadının kutsal topraklara verdiği hizmeti görünce: “Ya Rabbi hangi millet peygamberine bu kadar sevgi besler” demekten kendini alamayıp, Mithat Cemal’e şu dizeleri okuyordu:
Kitabın yazarı Feridun Kandemir; Kral Abdullah gibi Ürdün’lü, Suriye’li, birçok büyüklerin “İşte İslâm’ın Sesi, İslâm’ın Feryadı” budur diye, Akif’in bu şiirlerini ezberleyip, ellerinden düşürmediklerini, rahmetli Eşref Edip beyden çok duymuştum,(6) diyor.